Prince of Persia: The Lost Crown, kendisini deneyimlemeye başlayana kadar hep karışık duygular ile beklediğim bir oyun olmuştu. Biz, Ubisoft’un çalkantılı bir süreçten geçmekte olan Prince of Persia: Sands of Time Remake oyununu beklerken sürpriz bir şekilde ortaya çıkan The Lost Crown, aksiyon-macera türünde bir platform oyunu olarak karşımıza çıkıyordu ve bu yapım, sunabilecekleriyle merakımı uyandırmaya yetiyordu. Ben de oturdum ve bu uzun maceranın derinliklerine daldım.
Prince of Persia: The Lost Crown’ın iyi bir oyun olacağını tahmin ediyor olsam da bu kadar pürüzsüz bir macera sunmasını beklemiyordum.
Oldukça ilgi çekici bir hikâyeyi konu alan Prince of Persia: The Lost Crown içerisinde Ölümsüzler isimli elit bir birliğin üyesi Sargon karakterini canlandırıyoruz. Pers Krallığını dışarıdaki tehditlerden koruyan ve Perslerin en nitelikli yedi savaşçısından oluşan bu birlik, birbirinden etkileyici karakterlere ev sahipliği yapıyor. Prince of Persia: The Lost Crown, aksiyon dolu oynanışı ve ustalıkla tasarlanmış platform elementleri ile öne çıkan bir oyun olarak yer alsa da Ubisoft, oyunun hikâye sekanslarına çok büyük özen göstermiş ve bu noktaları oyuncunun merakını cezbedecek şekilde tasarlamış. Bu yüzden hikâye tarafında herhangi bir detay vererek kimsenin sürprizini bozmak istemem.
Sadece, Ölümsüzler birliğinin bir üyesi olan Sargon isimli karakterimizi canlandırdığımızı ve kaçırılan Pers Prensi Ghassan’ı kurtarmak için Kaf Dağı’na doğru derin bir yolculuk yaptığımızı bilmeniz yeterli. Sargon; kendi kişiliği, hedefleri ve hırsları olan bir karakter. Dolayısıyla nispeten uzun olan bu macerada ilerlerken ve yeni deneyimler yaşarken karakterinizin kişiliğinin ve yapabileceklerinin de farkına varıyorsunuz. Yani oyun aslında her geçen dakikada oyuncuyu ve karakteri başarılı bir şekilde birbirine entegre ediyor diyebilirim. Bu da onu hikâye anlatımı ve oyunun evreninin bütünlüğü konusunda başarılı bir yapım yapıyor.
Prince of Persia: The Lost Crown maceramızın hikâye anlatısını kuvvetlendiren bir diğer önemli etkenin de oyunun sanatsal yapısındaki başarısı olduğunu düşünüyorum. Görsellik anlamında oldukça hoş bir stile sahip olan The Lost Crown, bu özgün stilini sinematik deneyim ile de birleştirerek hikâye anlamında oldukça akıcı ve keyifli sahnelere ev sahipliği yapabiliyor. Her bir sinematik kendisini büyük bir heyecan ile izletmeyi başarıyor. Sinematik sahneler dışındaki hikâyenin anlatıldığı konuşma sekansları da şık çizimlerin ve başarılı bir seslendirmenin ev sahipliği yaptığı konuşma baloncukları eşliğinde ilerliyor. Tabii oyun esnasında yer alan başarılı ses efektleri ve müzikleri de unutmamak gerekiyor.
İşte Prince of Persia: The Lost Crown oynarken beni en çok etkileyen nokta da bu oldu. Yapısından dolayı ana odağını ve kalitesini tamamen oynanış tarafına yöneltmiş bir oyun beklerken, her anlamda şahane bir deneyim ile karşılaştım ve bu beni epey şaşırttı. Prince of Persia: The Lost Crown; hiçbir deneyimden ödün vermeyen, her anı büyük bir özen ile tasarlanmış bir yapım. Dolayısıyla tüm bu övgüleri fazlasıyla hak ettiğini düşünüyorum.
Prince of Persia: The Lost Crown; özenle tasarlanan dünyası, akıcı ve yer yer taktiksel bir hâl alan oynanışı ile birlikte şahane bir maceraya ev sahipliği yapıyor.
Prince of Persia: The Lost Crown, karmaşık ve onlarca farklı çıkmaza sahip olan büyük bir alanda geçiyor gibi görünüyor olsa da bu alanın her bir sahnesinin büyük bir ustalık ile tasarlandığını rahatlıkla söyleyebilirim. Sunduğu yol ayrımları ve bölüm tasarımı ile yönerge olmadan oyuncunun haritada kaybolmasını her zaman engellemeyi başaran, kendi içerisinde barındırdığı metroidvania ögelerini çok iyi kullanan ve yeni mekanikler ile destekleyen bir oyun. Karşınızda böyle bir oyun olunca da oyunun sunduğu her şeyi tüm detayları ile tüketmek istiyor insan. The Lost Crown’ın üzerine inşa edilmiş olduğu bu dünyayı güzelleştiren ana unsurun ise oyun içerisinde ilerlerken karşımıza çıkan düşman tipleri, bu düşmanlara olan taktiksel yaklaşımımız ve bulmacaların sunabileceği derinliği görmek olduğunu düşünüyorum. Oyun içerisindeki her bir düşman tipinin farklı bir stratejisi bulunuyor ve oyun, zorluk bakımından da bu mücadeleyi oyuncuya çok iyi hissettiriyor. Tabii ki her türden bir deneyim için zorluk seçenekleri bulunuyor fakat oyunu güzelleştiren etken, düşman tiplerine göre taktiksel yaklaşımımız oluyor. Örneğin belirli bir düşmanın kalkanı oluyor ve bu kalkanı yok etmek için güçlendirilmiş bir atak vurmamız gerekiyor. Düşman da bize bu fırsatı sunmayacağı için en doğru anı beklememiz gerekebiliyor. Bu da aksiyon derinliğini genişletiyor.
Yukarıda yer alan bu durum kulağa basit bir unsur gibi gözükse de bunu oyunun size sunduğu her düşmanda farklı stratejiler ile uyguladığınızı düşündüğünüzde durum oldukça keyifli bir hâle geliyor. Üstelik oyunun düşman çeşitliliği de epey kuvvetli. Bu oynanış derinliği, bölüm sonu canavarlarında çok daha etkili ve bu ana düşmanlar ile yapılan her bir karşılaşma oldukça ihtişamlı diyebilirim. The Lost Crown, oynanış tarafında da fazlasıyla akıcı ve çeşitli bir oyun olduğu için her bir dövüş eğlenceli anlara vesile oluyor. Örneğin oyunun sunmuş olduğu birden fazla özel yetenek bulunuyor ve bunlar ‘’Athra’’ adı altında isimlendiriliyor. ‘’Athra’’ barımız dolduğunda kendi seçtiğimiz özel vuruşları gerçekleştirebiliyor ve düşmana karşı büyük bir avantaj elde edebiliyoruz.
Bu özel vuruşun yanı sıra basılı tutarak klasik ataklarımızı da ‘’Athra’’ ile güçlendirebiliyoruz fakat bunun bize bedeli ise basılı tutarken beklediğimiz süredeki savunmasız ânımız oluyor. Bu yüzden karakterimizi korumak adına temkinli olmamız gerekiyor. ‘’Athra’’ özel yetenekleri, oyuna büyük bir tat katıyor. Gene de bu yetenekler ile birlikte oynanış esnasında canımı sıkan küçük bir etken olduğunu da söylemeliyim. Bazı önemli dövüş sekansları arasında en büyük kurtarıcım ve nefes alma molası olarak gördüğüm ‘’Athra’’ yeteneklerimi kullanıyorum. Bunlardan bir tanesinde fazlasıyla iyi oynamış ve düşmanımdan gelen tüm saldırıları geri savurarak birden fazla ‘’Athra’’ puanını hızlıca toplamıştım. Sonrasında ilk yeteneğimi kullandım ve düşmanıma darbeler indirmeye başladım. 10 saniye sonrasında puanını yeniden topladığım o yeteneği tekrardan tetikleyecek tuş kombinasyonuna bastığımda hiçbir şey yaşanmadığını gördüm.
Meğerse her bir ‘’Athra’’ yeteneğinin arayüzde görünmeyen gizli bir bekleme süresi varmış ve bu bence kritik dövüşlerde can sıkıcı. O yeteneği kullanacak puanım olmasına rağmen kullanamadan belirli bir süre beklemek ve bu sürenin ne zaman biteceğini bilememek dövüş anında hesaplanamayacak bir etken diyebilirim. Envanteri açtığımda gördüğüm kadarıyla temel yeteneğimin süresi 25 saniye olsa da bunu ekranda görememek benim o tuşlara basmaya çalışırken savunmasız kalmam sebebiyle kaybettiğim kritik dövüşler ile sonuçlandı. Gene de oyunun ilk saatlerinin ardından bu sorun ortadan kalkıyor ve yeteneklerinize tamamen alışıyorsunuz.
Özellikle erken oynanış esnasında sinirimi bozan bir diğer etken ise karakterimizin canı epey azaldığında ortaya çıkan kalp ritmi ses efekti oldu. Mevcut tüm iksirlerim bittiği için canımı yenileyecek bir fırsatım da olmuyordu. Dolayısıyla bu ritmi sürekli olarak duymak sinir bozucu bir durum hâline geliyordu. Üstelik bazı minik ara sahnelerde de devam edebiliyor. Tabii ki bunlar sadece benim oynanış deneyimim esnasında gözüme batan küçük şeyler ve pek de kafanızı kurcalayacak etkenler değiller. Özellikle The Lost Crown gibi başarılı bir oyunda.
Prince of Persia: The Lost Crown, ilk etapta oyuncuyu alıştırmak için nispeten kolay görünen bulmacalara ev sahipliği yapıyor. Oyun içerisinde ilerledikçe sürekli olarak Sargon’a yeni yetenekler keşfediyoruz ve oyunun derinlik yapısını her zaman genişletmeye devam ediyoruz. Durum böyle olunca da bulmacaların sunduğu mücadelenin seviyesi de yükseliyor. Hatta bazı zorlu sekanslar ter bile döktürebiliyor. Gene de tüm bu bulmacaların her birinin keyfi bir başka oluyor. Oyunun dünyasına entegre edilen parkur sistemi de fazlasıyla nitelikli bir deneyim sunmaya yetiyor. Bu parkur sistemi ile birlikte The Lost Crown’ın akıcılığını her saniye hissedibiliyor ve kendinizi büyük bir heves ile oradan oraya atlarken ve akrobatik hareketler eşliğinde bölümleri geçmeye çalışırken bulabiliyorsunuz. Bence Prince of Persia markası, The Lost Crown ile birlikte her anlamda yeni bir soluğa erişmiş.
Son sözler
Prince of Persia: The Lost Crown‘ı etkileyici kılan asıl etken, oyunun klasik Ubisoft temasının dışarısına çıkmış olması ve tamamen özgün, benzersiz bir deneyim sunuyor olması olmuş. Ubisoft tarafından son zamanlarda yayımlanan oyunlara göz attığımızda her birinin kendi özgün yanları olsa bile bir noktada benzer deneyimler olduğunu görebiliyorduk. Prince of Persia: The Lost Crown ile bu etken tamamen kırılmış ve ortaya gerçekten unutulmaz bir iş çıkmış. Ben, bu deneyimden fazlasıyla memnun kaldım ve bence Prince of Persia: The Lost Crown, görkemli bir macera. Oyunun sistem gereksinimlerine ve diğer detaylara göz atmak isterseniz buradan ulaşabilirsiniz.